Karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının kronik bir hastalığıdır. İnsülin yokluğu, azlığı veya direnci sonucu oluşan açlık veya tokluk hiperglisemisinin semptom ve komplikasyonları ile seyreden bir sendrom olarak tanımlanmaktadır. Diyabetes mellitus, aslında ortak özellikleri kan glukozunun yüksekliği olan heterojen bir hastalıklar grubudur. Pankreatit, tümörler, bazı ilaçlar, hemokromatozis, bazı edinilmiş ya da genetik endokrinopatiler gibi pankreatik adacıkların yaygın harabiyetine neden olan herhangi bir hastalığa ya da cerrahi eksizyonla çıkarılmasına sekonder olarak gelişebilmektedir.
Birincil diyabetin iki tipi mevcuttur:
• Tip I diyabet: İnsüline bağımlı diyabetes mellitus olarak da adlandırılır. Daha önceleri jüvenil (genç yaş) başlangıçlı diyabet adı da verilen bu varyant, tüm primer diyabet vakalarının % 10-20’sini oluşturmaktadır.
• Tip II diyabet: Eski yıllarda yetişkin başlangıçlı diyabet olarak adlandırılan bu tip, tüm diyabetik olguların %80-90’ında görülmekte ve insülinden bağımsız diyabetes mellitus olarak adlandırılmaktadır.
Diyabetin iki farklı tipinin farklı ortaya çıkış ve luşum mekanizmaları ve metabolik karakteristik özellikleri olmasına karşın, kan damarları, böbrekler, gözler ve sinirlerde oluşturduğu hasarlar her iki tipte de görülmekte, diyabet morbiditesinin ve ölümün majör nedenlerini oluşturmaktadır.
Diyabet, koroner arter hastalığı gelişimi açısından önemli bir risk faktörü olup, erişkin diyabetiklerin % 75-80’i kardiyovasküler hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Diyabet varlığı, koroner kalp hastalığı riskini, erkeklerde 2-3, kadınlarda 3-7 kat kadar arttırmaktadır.Tip II diyabetli kişilerde, artmış Trigliserid (TG) düzeyleri ile birlikte azalmış yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol (HDL-C) ve düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol (LDL-C) düzeyleri gibi lipid bozuklukları sık görülmektedir. Kardiyovasküler risk faktörlerinin arasında yer alan dislipidemi, diyabetli kadınlardaki kötü prognozun önemli nedenidir ve öncelikli olarak tedavi edilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Diyabetik kişilerde, ölüm sebepleri arasında yer alan kardiyovasküler hastalıklar, diyabetli olmayan popülasyona göre iki kat fazla görülmektedir. Diyabette en sık karşılaşılan ölüm nedeni miyokard infarktüsü dür (MI). Finlandiya’da yapılan güncel bir çalışma, önceden MI geçirmeyen diyabetiklerle, MI geçirmiş olan diyabeti olmayan kişilerin MI geçirme risklerinin eşit olduğunu göstermiştir. Diyabetiklerin akut koroner bir olay sonrası prognozları da diyabeti olmayanlara göre daha kötü olup, bu hastalar sıklıkla hastaneye ulaşamadan kaybedilmektedir.
Bozulmuş Glukoz Toleransı
Bozulmuş glukoz toleransının (IGT) aterosklerotik süreçteki rolü klinik bulgu vermemesi nedeniyle, tip 2 diyabetlilere göre, belirgin değildir. Son yıllarda sonuçlanan ve glukoz metabolizmasının mortaliteye etkisinin araştırıldığı 15 yıllık hasta takip çalışmasının (NHANES II – Second National Health and Nutrition Examination Study) sonuçlarına göre, IGT bulunanların ölüm riskinin, normal kişilere göre % 40, diyabetlilerin ölüm riskinin ise % 110 oranında arttığı belirlenmiştir. IGT bulunan kişilerin yaş, cinsiyet, ırk, eğitim, sigara, düşük HDL-C, kan basıncı ve obesitenin belirlenmesi için kullanılan vücut kitle indeksi (BMI) için risk düzeltmeleri yapıldıktan sonra bile ölüm riskleri yüksek olarak hesaplanmıştır.
Diyabet ve Dislipidemi
Diyabetik kişilerde lipid metabolizması bozuklukları (dislipidemi) oldukça yaygın karşılaşılan ve koroner kalp hastalığı oranlarını anlamlı derecede arttıran bir faktördür. Dislipidemi, yüksek TG, çok düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol (VLDL-C), küçük ve yoğun LDL-C konsantrasyonları yanı sıra, düşük HDL-C düzeyleri ile karakterlidir. Ancak 348.000 erkeğin 12 yıl takip edildiği bir çalışmada (MRFIT – Multiple Risk Factor Intervention Trial) diyabetlilerin total kolesterol (TC) ve LDL-C konsantrasyonları diyabeti olmayan kişilerle benzer bulunmuştur. Bu durumda aynı referans aralıklarını kullanarak diyabetli kişilerin ölçülen TC ve LDL-C konsantrasyonları ile risk belirlenmesi zorlaşmaktadır.
Son yıllarda yapılan çalışmalarda, diyabetli kişilerdeki ateroskleroz gelişiminde, LDL-C düzeylerindeki değişikliklerin değil, yapısal değişikliklerin sorumlu olduğunu destekleyen bulgular elde edilmiştir. Diyabetik olgularda LDL-C’de meydana gelen yapısal değişiklikler, LDL-C’nin, ateroskleroz oluşturma potansiyelini arttırmaktadır.
LDL-C’nin karaciğer hücrelerinde bulunan reseptörüne bağlanmasında Apo B görev yapmaktadır. Diyabetli kişilerde kan glukoz düzeylerindeki yüksekliğin bir sonucu olarak, Apo B’nin enzimatik olmayan glikasyonunun sağlıklı kişilere göre daha fazla gerçekleşmesi nedeni ile, karaciğer hücrelerinde bulunan LDL reseptörleri, LDL-C’ye karşı, daha az ilgi göstermekte, arteriyel duvarda bulunan makrofajlar tarafından tutulmaktadır. Makrofajlarda biriken kolesterol esterleri ise, köpük hücre oluşumuna neden olmaktadır. Ek olarak glike LDL molekülleri, plak gelişiminde rol oynayan oksidasyona, artmış bir yatkınlık göstermektedirler.
Hipertrigliseridemi de bazı potansiyel aterojenik mekanizmalarla ilişkilidir. Örneğin trigliseridden zengin bazı lipoproteinler direkt olarak aterojeniktir. Açlık TG düzeyleri, 200 mg/dL’nin üzerinde olan kişilerde, total LDL-C konsantrasyonunun büyük kısmını aterojenik ve oksidasyona yatkınlığı bilinen küçük ve yoğun LDL-C oluşturmaktadır.
)