Ölümün ruhsal anlamda tanımını yapmak biz hekimlere düşmez. Bu son derece derin ve felsefi bir konudur. Biz ancak ölümün biyolojik yönü üzerinde konuşabiliriz. Bunu yapabildiğimiz içindir ki, bedenleri öldükten sonra toprağa gömebiliyoruz. Eğer bu biyolojik sonlanmayı bilemeseydik ve tanımlayamasaydık hiç kimseyi gömmememiz gerekirdi.
Kesin tanımını kazanmadan önce ölümün tanımı, tarih içinde bazı değişiklikler geçirmiş ve uzun yıllar boyu kalbin durması şeklinde tanımlanmıştı. Ama kalp durmasının artık ölüme delalet etmediğini sadece doktorlar değil pek çok insan bugün biliyor. Belli bir zaman içinde müdahale edildiğinde kalbin durduktan sonra tekrar çalıştırılması ve yaşama geri dönüş artık filmlerde ve romanlarda bile pek çok olaya konu oluyor…
İnsanın ölümü tamamıyla beyinde vuku bulan bir olaydır. İnsanı tanımlayan ve insan yapan her şey; aklı, zekası, duyguları, kişiliği hepsi beyninde saklıdır ve diğer tüm organlar bir bütün halinde onu var etmek için çalışırlar. Beyin de bir ana kontrol merkezi gibi tüm bu organların birbiriyle uyum içinde çalışmasını sağlar. Bu ana kontrol ortadan kalktığında, her organın kendi otonom bir ömrü vardır. Koordinasyon ortadan kalktığından ortaklık bozulur ve hepsi belli bir süre içinde biyolojik canlılığını yitirir. Bu süre maksimum 72 saattir. Bu nedenle bugün artık kesin olarak biliyoruz ki beyin ölümü tam anlamıyla ölümü ifade eder. Bu 72 saatlik süre içinde organların canlılığını koruyabilmesi için çok yoğun bir tıbbi bakımın yanında bedenin solunum cihazına da bağlı olması gerekir. Bu bakım süreci hastayı yaşatmaya yönelik değildir. Hasta kaybedilmiştir. Bu bakımdan amaçlanan organ bağışında bulunulursa organların bir süre daha yaşatılmasıdır. ( 72 saat ). Organ bağışında bulunulmadığında beden solunum cihazından ayrılır. Dünyanın her yerindeki hukuki uygulama da bu şekildedir. Ülkemizde de bu süre içinde organ bağışı olmadığında bile vakanın yakınları isterlerse cenazelerini alabilirler.